10 Ocak 2011 Pazartesi

HASTA ADAM MI? VOLTRAN MI?

HASTA ADAM MI?  VOLTRAN MI?
Üniversiteden mezun olalı bir sene oldu. Öğrenim hayatım boyunca “aktif siyasette” bulunmadım. Yani ne bir molotof kokteyli ne de bir yumurta fırlattım. J Bu durumda birçoklarına göre üniversite yıllarımı boşa geçirmiş sayılabilirim. Ancak ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Her zaman gündemin içinde kalmayı başarmak bence aktif siyasette olmakla eş değerdir.
Yalnız yaşım gereği olsa gerek dış politikamızı Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana irdeleyecek birikimim olmadığını düşünüyorum. Binaenaleyh ben de gündemden biriktirdiklerim ve okuduğum kitaplarla bir yazı oluşturmaya karar verdim.
Türk dış politikasını değerlendirmek için bir çok perspektiften bakmak gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden farklı başlıklar altında Türkiye’nin penceresinden dünyaya benim gözlerimle bakacaksınız.
Pencerenin dışında hayat nasıl?
Öncelikle dış politikayı konuştuğumuza  göre ilgilendiğimiz ülkelere bir göz atalım. Bakalım onların dış politikadan kasıtları neler? Bir terslik yapıp uzaktan yakına doğru gelmek istiyorum.
 Uzak Doğu dediğimiz ülkeler yıllar boyu Türk egemenliğinin sürdüğü topraklar üzerindedir. Onların da tarih boyunca dış politikalarını Türkler meşgul etmiştir. Ta ki Türkler Orta Asya’yı terk edene kadar. Ancak o saatten sonra rahat bir nefes alabilmişler ve birbirleriyle uğraşmaya başlamışlardır. En nihayetinde dünyadaki globalleşme rüzgarlarıyla Uzak Doğu da artık yakın hale gelmiş ve dünya sahnesinde rol oynar olmuştur.
Yine uzaklardan bir ülke Amerika Birleşik Devletleri… Gerçi bunu sona saklasam da olurmuş .J
Amerika dediğimizde nedense aklıma mini Avrupa geliyor. Bunun nedeni onun bir parçası olarak kurulması olabilir mi bilmiyorum. Bu konuyu ileride ele almam muhtemel görünüyor. Amerika dediğimizde öncelikle insan haklarını gözeten, demokrasiden ve adaletten taviz vermeyen, dünya barışından yana bir ülke aklınıza gelebilir-di-. Maalesef bunlar oldukça geçmişte kalan klişelerden öte bir şey değil. Günümüzde hala bu kavramlar üzerinden dem vurmaya devam etse de aslında Amerika da kendi çıkarları söz konusu olunca  hiçbir halkın geleceğini ve haklarını göz önünde bulundurmayan bir ülkedir.
            Bir adım daha yaklaşıp da Avrupa’ya baktığımızda dış politikalarının oldukça büyük bir bölümünü her zaman Türklerin kaplamış olduğunu ve kaplamaya devam ettiğini görmekteyiz. İngiltere için ne derler bilirsiniz “Üzerinde güneş batmayan ülke”. Boşuna da  dememişler. Çünkü yayılmacı bir politika izlemekten hiçbir zaman vazgeçmeyen bir ülkeden bahsediyoruz. Fransa, Almanya, İtalya vb. ülkeler sadece ağabeylerinin açtığı yolda gösterdiği hedefe yürümekten geri durmayan kardeş ülkelerdir. Bir de  kazandibi  olan Amerika’yı da unutmamak gerekir.
            İran ise bizler Anadolu’ya yerleştiğimizden beri rekabet içinde olmaktan ayrı duramadığımız bir ülkedir. Batı Asya’da iki büyük gücün olması pek muhtemel görünmüyor zaten. Nitekim İran da dış politikasında Türklerle uğraşmaktan geri duramamış bir ülkedir.
            O dolaylarda yaşayan bizim bir parçamız olarak doğmuş bir millet daha var. “Tebayı Sıddıka” diye anılan ancak bu sıfatlarından şüphe ettiğimiz Ermenileri dış politikamızın uzağında tutmamız mümkün değil. Her yıl var olduğundan çok emin oldukları bir soykırım olayını gündeme getirmekten geri kalmayarak Türkiye’yi meşgul eden bir ülkedir.
            En nihayetinde Arap yarımadası ve Afrika… Afrika’nın kuzeyi ve Arap Yarımadası, Doğu Avrupa gibi yüzyıllar boyunca Türk egemenliğinde kalmıştır. Türklerden ayrıldıktan sonra ise aradaki bağları asla koparamamışlardır.


                 Pencerenin içindeki hayat
         Pencerenin içinde, birbirinden oldukça farklı karakterde hane üyeleri gibi birbirinden farklı olaylar var. Hepsi de dışarıya göstereceğimiz yüzümüzü belirliyor.
            Önceliği gelişmekte olan hatta oldukça geliştiği de söylenen Türkiye ekonomisine vermek istiyorum. Cumhuriyet kurulduğu yıllarda elde avuçta kalanlarla kurulan bir ülke elbette ekonomisini öncelikli olarak tarıma dayandırır. Siviller elinde ne var ne yok devlete verdiği için mecburen de devletçilik politikasını izler. Dünyada liberal ekonomi dalga dalga yayılırken Türkiye devletçilikte ısrar eder. Bu arada Türk halkı , geçmişi çok yıpratıcı olduğu için midir yoksa güvendiği başkaları olduğu için midir bilinmez, devletin kurumlarında eş dost akraba çay kahve içmekten çalışmaya vakit bulamazlar.( Bunu söylemek çok içimi acıtıyor ama çuvaldızı kendimize dürtmeden duramıyorum. Ne yazık ki tembel bir milletiz.) Türkiye ne zaman özelleştirmelerin önünü açar o zaman ekonomisi gelişmeye başlar.
 Bakınız Türkiye 80’lere kadar kendi içindeki sağcılarla solcularla boğuşmaktan vakit bulup da dünya sahnesinde figüran da olsa bir rol alamamıştır. İç huzuru sağlayamadıkça dışarıya yönelmemiz neredeyse imkansız. Taşları yerine oturttukça yükselen duvarda hala gedik yerler olduğu da gözlerden kaçmayacak bir şey. İçeride birlik oldukça dışarıya karşı daha sağlam durduğumuz bir gerçektir. İç politikada taviz verilmeden ilerlendiği dönemlerde dış politikada da adı anılır bir ülke olduğumuz gibi. Sanırım hemen hemen herkes bunu görebiliyor. Yani güçlü bir dış politika için sağlam iç politika şart. Tersten gitmeyi seven bir insan olduğum için olaya bir de şu yönden bakmak istiyorum: Acaba dış politikamız da iç politikamızı etkiliyor mu? Bu sorunun cevabını ileride açacağım bir başlıkta vereceğim.
            Bir de bu ülkenin eğitilmiş genç nüfusu var. Hani hep şu dünyanın yeri geldiğinde gözünü korkutan yeri geldiğinde bizim de tabir-i caizse hava bastığımız genç nüfusumuz… Ben bu ülkede daimicilik ve esasicilik eğitim felsefelerine göre eğitilmiş fakat fazla bir şey öğretilememiş gençler görüyorum. İnsanlarımızın çoğu mezun olduğu alan üzerinde çalışmıyor. Liseyi hatta üniversiteyi bitiren bir genç öğrendiklerinin ne anlama geldiğinin, neyi nerede nasıl kullanacağının farkında değil. Bütün bunların farkında olanlar ise çoktan ülke sınırları dışına çıkmış durumda. İşte o yükselen duvarda gözüme çarpan en büyük gedik bu maalesef…
Sanki buraya kadar hep olumsuz şeyler anlatmışım gibi görünüyor ama öyle değil. Bu pencerenin içinde bir de çeşitlilik, zenginlik var ki bunu anlatmak inanın bir blog yazısına sığmaz.
Kısaca şöyle diyorum ben: Bu ülkede bir voltran yatıyor.J Hepsi birbirinden farklı özelliklerde beş aslan bir dev robot oluşturuyordu , hatırlarsınız… (Yine de hatırlamayanlar için bir resim ekliyorum. Çocukluğumun çizgi kahramanı) İşte Türkiye bir voltran bence. Tek tek o beş aslanı alt etmek kolay ama bir aradayken asla.
Pencereden dışarı elini uzatmak
Ben burada yukarda bahsettiğim noktaları bir araya getirmek istiyorum.
Yıllar yılı biz bu topraklar üzerinde yaşadık. Her ne kadar ülkemizde ki bazı kesimler kabul etmese de biz buraya gökten zembille inmedik. Atalarımız buradaydı. Biz Osmanlı İmparatorluğu’nun torunlarıyız. Bütün dünya bunu böyle kabul etmekte zaten. Yalnızca çok yüksek sesle dile getirmiyorlar.
            Atalarımız, zamanında buralarda kırk çeşit millet ile barış içinde yaşamıştır. Onlara saygı duymuş haklarını gözetmiştir. Biz yayılmacı politikayı her zaman reddettik. Aksi geçerli olsaydı gittiğimiz her yerin kaynaklarını kendimize aktarır, oranın halkını perişan ederdik. Bakınız bizler Kuzey Afrika’da yaklaşık 500 yıl hüküm sürmüşüz. Ancak oraya hizmet götürmekten gayri çabamız olmamış. O zamanlar petrol mü vardı ki onun için istila etmiş olalım. Kum, deve ve hurma hepsi bu... Bakınız ki kimseyi de Türkçe öğrenmeye zorlamamışız. Ancak Fransa,50 yıl kadar süreyle Kuzey Afrika’nın batısını istila etmiş, yer altı ve yer üstü kaynaklarını ülkesine aktarmış ayrıca insanları Fransızca öğrenmek zorunda bırakmıştır. Neredeyse bütün Faslılar anadilleri gibi Fransızca konuşurlar.
            Buradan şuraya bağlanmak istiyorum. Avrupa ve Amerika yayılmacı politikaları sonucunda mı sanayi devrimini gerçekleştirdi yoksa sanayi devrimi gerçekleşti diye mi yayılmacı politika izledi? Herhalde durup dururken “Yahu dokuma makinesini nasıl yaparım acaba?” diye düşünmemişlerdir. Dışarıdan gelen hammaddeyi işleme ihtiyacı duymuş olsalar gerek çünkü hiçbir icat ihtiyaç olmadan doğmaz. Siyah çay bir tesadüf sonucu keşfedilmiştir. Hindistan’dan yeşil çay yükleyip İngiltere’ye dönen gemi okyanusta su alır, gemiciler de çaylar kurusun diye güverteye sererler. Güneşten kuruyan çay siyaha dönüşür. Daha sonra bunun işlenmiş çay olarak imal edilmesi gerçekleşir ve dünyanın en iyi çayı İngiltere’ye mal edilir. Bu sadece bir örnek. Yani ülkelerin ekonomik durumları dış politikayı etkilediği gibi ülkelerin dış politikaları da ekonomilerini diğer bir deyişle iç politikalarını etkilemektedir. Bu da bir önceki başlıkta sorduğum sorunun cevabının bir kısmıdır.
           
Şimdi bizler kalkıp da bunları örnek alacak değiliz. Fakat Türkiye’nin yürüttüğü güçlü dış diplomasiler beraberinde ticari anlaşmaları da getiriyor. Bu da gelişen Türkiye ekonomisinin bel kemiğini oluşturuyor diyebiliriz. Ekonomi ve iç-dış politika bir üçgen şeklinde dönüşümlü olarak birbirlerini etkilemektedirler.
            Bakınız bir de şu noktada elinizi pencereden uzatmanıza yardımcı olayım. Televizyonlarda sürekli görür hale geldiğimiz haberler var . Amerika’daki Türk doktor kanser teşhisi için kan testi geliştirdi ya da İngiltere’deki Türk doktor kanser ilacı geliştirdi. Hatta yurt dışında  televizyonlarda program yapacak kadar fenomen haline gelmiş doktorlarımız… Bu insanların hep kırk yaş dolaylarında olduğuna dikkat ettiniz mi? Benim hatırladığım kadarıyla da çok sıkıcı olan 90’lı yıllar bir çok insanı mesleklerinde ilerlemek için uygun imkanları bulamadıklarından olsa gerek ya da Türkiye’nin geleceğinden pek ümitli olmasalar gerek yurt dışına göç ettirmiştir. Ne büyük bir kayıp diye düşünüyorum. Fakat şimdilerde şunu görüyorum ki yurt dışına gidenler sadece alabilecekleri başka bir şey var mı diye gidiyor. Araştırmalarını tamamlayınca Türkiye’ye dönmek istiyorlar ve dönüyorlar. Bu da duvarlarda ki gedikleri biraz da olsa kapattığımızı gösteriyor.
            Hasta adam artık pencerede
 Hasta adam artık pencerede çünkü iyileşti ve temiz hava alıyor. Şimdi yukarıda sürekli açtığım ve kısa kısa değinip kapattığım başlıkları genel bir bakış açısı yakalamaya yaklaştırıyorum.
Vakt-i zamanında bu memleketi hasta adam olarak görmüşler. Halbuki onların bir seferde ham yapacakları kadar hasta değil. Onlar bizi parça parça yiyebileceklerini düşünürken bir anda hasta adam Voltran olmuş. Hepsini yenmiş. Sonrasında bakın ne olmuş.
Amerika, Ruslara kabadayılık taslayacağım diye gelmiş demiş ki “Bu adam hasta, ona dokunursan seni gebertirim.” Memlekettekiler de ses çıkarmamış. Yahu ne hasta adamı Voltran o! Yedi düveli kovaladı. Sonrasında malumunuz Amerika bizim ebedi müttefikimiz olmuş (Öyle ki dünyayı sarsan Wikileaks bu ilişkiye fiske bile vuramadı.). Gelmiş bu ülkeye füzelerini koymuş. Sonra canı istemiş çekmiş. Ama biz ona hiç hayır dememişiz. Yukarıda demiştim ya millet bir şeylere mi güvenmişte yan gelmiş yatmış diye. Acaba güvencemiz bu olabilir miydi o dönem bilemem. Sadece bir düşünce işte. Bu arada öyle çok bir ferahlık da olmamış memlekette.
Şunu çok iyi biliyorum ki 2000’ler Türkiye için hızlı değişim rüzgarlarının estiği yıllardır. Bunu da şu örneklerle ve sorularla ortaya koyabilirim. Mesela 99’ da ülke çok fena bir ekonomik krize girdi. Resmen çöktük (bunu söylemek fazla olmaz). Sonra bakınız barış ve demokrasi yanlısı Amerika Afganistan’a ve Irak’a savaş açtı. Bizden de 1 Mart’ta teskere istedi. Pek vermek istemedik ama sonra dış ilişkilerimiz riske girdi ve kuzu kuzu teskereyi çıkardık meclisten. İncirlik’ten uçaklar havalandı vs. Sonra Süleymaniye’de Türk askerlerinin başına bir şeyler geçirdiler. Halk şöyle yüksek bir ses çıksın istedi. Ama kim ne dedi, duyan bile olmadı. Nasıl olsun ki? Krizden yeni çıkmış bir ülke, IMF’ye borçlar yığılmış, elde avuçta gözle görülür bir ticaret geliri yok. Dedik ya ekonomi dış politikanın bel kemiği diye. Zaman geçtikçe özelleştirme ivme kazandı. Devlet kamburlarını atmaya başladı. Özel sektör güçlendi devleti de güçlendirdi. Sonra Türkiye’nin AB üyeliğini istemeyen bir kişi için (Rasmussen) Türkiye’nin onay vermemesi dünyaya dert oldu. Türkiye “IMF ile anlaşma yapmayacağım borçlarımı ödeyecek kadar güçlendim.” dedi. “Yok sen güçlenemezsin illa ki borç para alman lazım.” dediler. Gelin görün ki biz dış borcumuzu kapatacak seviyeye geldik. Daha sonra İsrail lideri Türk başbakanından fırça yedi J Ardından bir gemimize saldırdılar canlarımızı aldılar, canımızı yaktılar. Birden Türkiye kükredi. Ee ne de olsa Voltran değil mi? En son ise yapılacak füze kalkanı için Türkiye’nin şartları ne olacak acaba diye düşünmeye başladılar.
Mesela şu diaspora meselesi de bu kulvarda söze dahil olmayı hak ediyor. Öncelerde Türkiye sanki bir suçlu gibi sadece ben yapmadım demekle yetinen bir ülke idi. Şimdilerde bakın diyoruz ki “Arşivleri açalım, ne var ne yok dökelim ortaya. Ak koyun kara koyun ortaya çıksın”. Bakın böyle deyince ses çıkmıyor onlar kendi kabuğuna çekiliyor. Sadece bir anıta çiçek koymaya başlıyorlar. General Harbord raporunu okumamışlar gibi gidip Amerikalıları ve Avrupalıları kandırmaya çalışıyorlar. Sonra Türkiye devreye girdiği birçok noktada bu yalanı bertaraf etmeyi başarıyor.

Peki Voltran’ın sesi yedi senede nasıl oldu da bu kadar yükseldi? Çünkü bizler savaşçı değil barışçı bir dış politika ile geçmişten getirdiğimiz köklü bağlarımıza tutunarak komşularımıza ve ötesine el uzattık. Onlar da elimizi tuttu. Kaç ülke ile vize problemini kaldırdık bir bakın. Kaç ülkeye Türk firmalar ihracat yapar oldu, kaç ülkenin iç pazarında vergi indirimi hatta muafiyetinden faydalanıyoruz bir bakın. Aman eksenimiz mi kayıyor diye evhamlara kapılanlar da oldu. Artık hasta adam Avrupa’dır. Bir bataklıktan öte hiçbir şeye benzetemiyorum. Hepsi el ele tutuşmuş batıyor maalesef. Bu bataklığa sürüklenmektense kendi ayaklarımız üzerinde güçlü bir ülke olmayı yeğlememiz gerekiyor.
Şimdi dışarı çıkma zamanı
Neden mi dışarı çıkma zamanı diye düşünüyorsunuz? Çünkü hava çok güzel.J
Hava da hala rüzgar var dikkatli giyinmek gerekiyor yine de.
Bizim mazimizde yüzüne bakamayacağımız devlet yok. Bunu özellikle Ermenistan için söylüyorum. Lütfen herkes Nobel ödülüne aday olmadan önce açsın bir okusun. İsteyen herkes bugün tarihi belgelere ulaşabilir. Ermeni nüfusu neymiş de tehcir sonrası ne olmuş. Dünyanın gözünün üzerimize döndüğü anlarda onlar hemen bu malzemeyi ortaya koyuyorlar. Bir Eurovision şarkısını bile bu malzemeden üretiyorlar. O halde biz de Altın Portakal Film Festivali’nde bu yalanı açığa çıkaran bir belgesel film gösterelim. Kültür başkenti seçilen İstanbul’da bir fotoğraf sergisi düzenleyelim. Bunu yapacak tarihçilerimiz, sanatçılarımız yok değil ki. Ben TTK eski başkanı Yusuf Hallaçoğlu’nun birçok kitabını okudum. Anlamak için dahi olmaya da gerek yok. Ermeni çetelerinin bizlere ettiği zulümler şöyle dursun kaç tane diplomatımızı şehit ettiklerini ve hatta Hınçak ve Taşnak grubunun hala Ermeni meclisinde olduğunu hatırlamalı ve dünyaya hatırlatmalıyız. Artık sesimiz bunları duyuracak kadar gür çıkıyor. İstiklal Marşı’mız bile “Korkma!” diyor bize değil mi?
Dışarı çıkarken kafamızı kaldırınca iki kardeş ülkenin (Kuzey- Güney Kore) birbirlerine diş bilediğini, arkalarında iki devin (Amerika ve Çin) ellerini ovuşturduğunu, başka iki kardeşin (Kazaklar ve Özbekler) birbirine düştüğünü, bir yavrunun (Gürcistan) babasına (Rusya) saldırdığını, avcıların (Amerika ve İsrail) pençesinde can çekişen ot oburları (Afganistan, Irak, Filistin) göreceğiz. Fakat bizim mazimizin temiz olduğunu belirtmiştim. Bu nedenle dış politikada bize kapısını kapatacak bir devlet olamaz. Hele ki bu zenginlikler bizde olduğu sürece. Memleketimde bir karış toprak, bir avuç su, bir nefes hava yoktur ki bir başkası göz dikmemiş olsun.
Türkiye dünyada lider olmak istiyor. Bunun içinde yapmamız gereken birkaç şey kaldı diye düşünüyorum. Öncelikle şu Voltran ruhunu bir yakalayalım. Daha özgürlükçü daha demokratik olalım. Bırakalım kim ne giyiyorsa giysin,ne yiyor içiyorsa yesin içsin,yazıp çiziyorsa yazsın çizsin. Bunlarla bu ülke yıkılmaz. Aksine daha da güçlü olur. Yeri geldiğinde bir olmayı bilelim. Gelirlerimizi daha adaletli dağıtmaya özen gösterelim. İnsanlara iş kapısı açmak devlet de dahil herkesin öncelikli görevi olmalı. Sonrası ise çalışmak ve çalışmak.
Biz geçmişimizden güç alarak geleceğe güçlü adımlarla yürüyoruz ve daha da güçlenerek devam edeceğiz…

Size görüşlerimi çeşitli parçalarla sunmaya çalıştım. Türkiye penceresinden dünyaya benim gözümle gökkuşağı renkleri bir bakıştı işte…
(2.BAŞLIKTA SÖZ VERDİĞİM RESİM )

                                                                                                                 YAZAN :    RUZİYE GÜT